12 Haziran 2019 Çarşamba

Ali Suavi

    Ali Suavi, medreseden yetişmiş ateşli bir devrimcidir. Yeni Osmanlılar içinden  şahsiyeti en problematik olan bir şahsiyettir. Türkiye’nin geleceğini yıllar önceden bilen bir öngörüye sahiptir. Bu bakımdan Tanzimat döneminde epeyce tenkit edilmiştir. Doğduğu yer hakkında fikir birliği yoktur. Onun hayatı hakkında bildiğimiz, daha doğrusu ailesi hakkında bildiğimiz tek şey “Ulum” adlı gazetesinde kendi ailesinden bahsederken babasının Hüseyin Ağa olduğunu söylemesidir. Burada, babasının hırçın ve haksızlığa gelemeyen yapısından bahseder. Yani anlıyoruz ki Ali Suavi isyancı ruhunu babasından almıştır.
     Suavi, medrese tahsili gördüğü halde medresenin skolastik zihniyetini eleştirir; fakih olduğu halde fıkhı eleştirerek ve fıkha isyan ederek ilk defa laikliği savunmuştur. Onu diğerlerinden farklı yapan vasıf, fikirlerini açıkça ortaya koyması ve fikirlerinden doğacak olan her türlü probleme katlanma yürekliliğini göstermesidir.
      Taşra’daki buhranlı ve mücadeleci hayatından döndükten sonra İstanbul’da siyasî hayata karışmak istiyordu. Muhbir adlı gazetesinde Bâbiali’ye şiddetli hücumlar etmesiyle Kastamonu’ya sürüldü. Oradan Yeni Osmanlılar hareketine katılmak üzere İnebolu’ya, oradan İstanbul’a, daha sonra da Âgah Efendi ile birlikte Avrupa’ya gitti. Mustafa Fazıl’ın himayesi devam ettiği sürece Yeni Osmanlılar ile arası iyiydi. Fakat daha ilk toplantılarında Ali Suavi, Muhbir’i çıkarmaya devam edeceğini söyledi. Buna karşılık diğerleri, “Hürriyet” adlı bir gazete çıkarmak istiyorlardı. Bir süre aralarındaki çatışma devam etti ve sonrasında Muhbir’in önce çıkmasında karar kıldılar. Bu şekilde karar vermelerine rağmen daha sonra Hürriyet’in çıkmasıyla birlikte Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi’nin arası açılmaya başladı.
      Düşünce yapısı olarak da çoğu zaman fikir ayrılıklarına düşen şairlerden Namık Kemal ve Ziya Paşa Osmanlı Devleti’nde şeriata dayanılması gerektiğini düşünüyor ve fıkhı savunuyordu. Ali Suavi ise din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini, dünyanın ilahi kanunlarla değil dünyevî kanunlarla yönetilebileceğini  öne sürüyordu. “Bu fikir eğer gerçekleştirilmezse din devleti tahrib eder ve kendisi bile helak olur.” fikrini öne sürmüştür. Suavi, dini kanunlara karşı laikliği, mutlak idareye karşı Cumhuriyet’i, Osmanlıcılığı karşı da Türkçülüğü savunmuştur.
    Onun ıslahat dediği kavram, “Avrupa’nın israflarına aldanmak, işi başından değil de kuyruğundan tutmak, medeniyet binasının temeline bakmayıp çatısını almaya özenmek.” değildir. İslam dininin yanlış yorumlanmasını, ona sonradan eklenen yalanları, ilerlemeyi durduran gevşemiş düşünceleri ayıklamaktır.

11 Haziran 2019 Salı

Ziya Gökalp

    Ziya Gökalp, Diyarbakır’da doğup orada eğitimini tamamladı. Babasının ölümünden sonra amcası tarafından yetiştirildi ben ondan Arapça ile Farsça öğrendi. Daha sonraları Yorgi Efendi’den Fransızca dersi almaya başladı. Kendisine Felsefe merakı Yorgi Efendi’den geldi. Yorgi Efendi, Gökalp’e hem Felsefe dersleri öğretiyor, hem de Yunan filozoflarını tanıtıyordu. Bir yandan aile bakımından dinci ve muhafazakardı. Bu iki yön arasında sıkışıp kalan Gökalp, bir inanç krizi geçirdi ve intihar etti. İntihar sonrasında da kurşun kafasında kaldı. Bakıldığı zaman oldukça mantıklı be problemleri akıl ile çözebilen bir tipti. Böyle olmasına rağmen nasıl intihar etti soruları akıllara gelebilir fakat ondaki intihar, geçici bir tesirle meydana gelmişti.
     Diyarbakır’da özel Felsefe dersleri aldığı Yorgi Efendi, İstanbul’a gelince Gökalp ve arkadaşlarıyla bir toplantı gerçekleştirdi. Onlarla yaptığı bu sohbette, Türk gençlerinin meşrutiyeti kurmak için çalıştıklarını, bunun övgüye değer bir gayret olduğunu belirtmiştir. Yapılacak olan devrimin faydalı ve etkili olabilmesi için mutlaka ülkenin sosyolojik ve psikolojik yapısına uygun olması gerektiğini ifade eden hocasının bu sözleri, Gökalp’in hareketlerinde yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur.
     Gökalp, hayatı boyunca daima kendisini geliştirmeye uğraşıyor ve kültürünü genişletmeye çalışıyordu. Halk hikayelerini okumaya başlaması, şiirlerinin üslup ve tarzında değişiklikler meydana getirdi. Hece vezninde ve halk dilinde şiirler yazmaya başladı. Halk üslubuna gelmişken şu husustan bahsetmeden geçmeyelim: Gökalp, Türk halk bilimi çalışmalarının yöntemli olarak yapılmasına dikkat çeken ilk Türk aydınlarındandır. Çalışmalarıyla kendisinden sonraki halk bilimcilerine öncü olmuştur. Halk kültürünü işlemesinin esası, iyi bir terbiye görmüş olmak, felsefeyi, edebiyatı, ilmi ve dini gösterişsiz, samimi bir aşk ile sevmektir. Ziya Gökalp böyle olmaya çalışmış, bir taraftan fikir yazıları; diğer taraftan şiirler yazarak düşüncelerini halk diliyle ortaya koymuştur. Yani Gökalp, fikir ve tefekkür şiirleri yazan bir şairdir. Şiiri fikirden önce bir duygu sanatı olarak görür ve eserlerini buna yönelik ortaya koyar.
      Ona göre kültür milli, medeniyet evrenseldir. Türk milletinin hangi medeniyet dairesine mensup olduğunu söylemeden önce, medeniyet ile karıştırılan kültür kavramını ve ikisini arasındaki benzerlikleri ve farklıları ele ale. Kültüre “HARS” adını verir. 8 çeşit sosyal hayatı şunlar olarak niteler: Dini hayat, iktisadi hayat, felsefi hayat, hukuki hayat, lisani hayat, estetik hayat, ahlaki hayat ve fenni hayattır. Bu kavramlar medeniyeti meydana getirir ve bunlar statiktir.
      Gökalp’e göre tekzip; hususi bir terbiyeyle meydana gelmiş, duyuş, düşünül ve yaşayış tarzıdır. Başka milletlerin de kültürünü sevmeyi, onlardan lezzet almayı sağlar. İnsanları biraz insaniyetli, biraz hoşgörülü ve her millete, her ferde karşı eklektik yapar. Gökalp, bizim Avrupa karşısındaki duruşumuzu şu şekilde ifade eder. “Biz medeniyetçe, irfanca, tehzipçe Avrupa milletlerinden geri olduğumuzu inkar edemeyiz.” İşte bu düşüncelerin değişmesi için önce bizim aydınlarımızın kendi halkını hor görmekten vazgeçmesi gerekir. Çünkü hor görmeye devam riskiyse aydınlata karşı bir halk nefreti doğar.
        II. Meşrutiet’ten sonra bütün imparatorluk yıkılırken bütün dünyanın Türklere düşman olduğu bir dönemde Cumhuriyet’in dayandığı bazı temeller ve ilk kültür hareketleri Gökalp’in fikirlerinden doğmuştur. Bunun içindir ki, Atatürk manevi babasını Gökalp olarak nitelendirir. Anlaşıldığı üzere Gökalp, sadece kendi içinde fikirleriyle büyük değildir. Asıl tesirini kültür hareketleriyle göstermiştir.
       Gökalp, idealist ve mücadeleci bir yapıya sahiptir. Yaşamı boyunca düşünce ve hayallerinin yolunda devam etmiş, hiçbir dönem düşünce ve eylemlerinden ödün verme gereği duymamıştır. En umutsuz günlerinde bile ülkenin kurtulacağına dair ümidi hep var olmuştur.

5 Ocak 2019 Cumartesi

Ahmet Cevdet Paşa(Devir-Şahsiyet-Eser)

     Cevdet Paşa Kırklareli’den Lofça’ya gelen eski bir ailedendir. İlk tahsilini kasabasında yapmıştır. Daha küçükken öğrenme hırsının onda fazlasıyla olduğu belliydi. O zamanlar hayatında karşısına çıkan her türlü tesadüfü kendisi için faydalı yapmasını biliyordu. Bu tahsil senelerinde daima kendisinin farkında olan şuurlu bir gençti. Vaktini hiç israf etmeden, âdeta sefere hazırlanan bir gemi gibi kendisini hazırlıyordu.
     Medrese tahsilinin yanında o zamanlar çok meşhur olan Murat Molla’nın tekkesine devam etmesi, hayatı üzerinde büyük bir tesir bırakmıştır. Tekke hayatı, medrese zihniyetine yaptığı tezatla onun için faydalı oluyor; orada genç etrafla temas ediyor ve edebiyat ile şiirin zevkini tadıyordu.
     Cevdet Paşa Batı dünyasının ilminden, fikir ve sanat hareketlerinden gereken hisseyi almış fakat bulunduğu yerin asil ve milli taraflarını muhafaza etmiştir. Tanzimat adliyesinin kurucuları arasında hatta başında yer almıştır. Devri gibi yapıcı ve uzlaştırıcıdır. Avrupa’ya hayran ve medeniyetçidir. Terakkiye inanır. Bu terakkinin milliyetin  esası gibi aldığı din ben şeriat kadroları içinde olmasını ister. Örf ve  âdete, ihmali caiz olmayan bir realite gibi bakar ve muhafaza eder.
    Paşa’nın bir dramı vardır. O, bir tereddüdün adamıdır. Kendisini Tanzimat’a verdiğini anladığında yalnızlaşmaya başlar. Ömrü boyunca tekrar etmekten çekinmediği tarafsızlığı bu yalnızlığın neticesidir. O, ulema sınıfı içinde asrını tanımış ve sevmiş fakar paşalar arasında zümresinden kopmuş bir halde yalnızlaşmıştı. Onun bu yalnızlığını içe kapanıklık olarak nitelendiremeyiz. Çünkü biliyoruz ki tamamen dışa  dönük bir yapıya sahiptir. Onun yalnızlığı kalabalıktan farklı olmasından da doğmuş olabilir.
    Üzerinde durulacak asıl vasfı çalışkanlığıdır. Doymak bilmeyen bir tecessüse sahiptir. Daima beslediği bilgisi medresenin çok üstündedir. Mevcudiyeti bilmek ve ayıklamak formülünü kullanır. Bu formül onun eserlerinde göstermiş olduğu başarısının izahıdır. Kendisini halkla birleştiren, halkın yaşadığı meseleleri anlayan yerli bir zihniyeti, sorunlar karşısında en iyi ve en kısa çözümleri bulmaya çalışan bir karakteri vardır. Edebiyata olan sevgisi, başladığı işi yarım bırakmama hissi, kavrayıcı zekası, öğrenme iştahı ve kalemi mürekkebe batırdığı andan itibaren kendisini ölümüne kadar o işe bağlanmış sanması, zaman israfının olmaması ve okuduğu bir metnin can alıcı noktalarını bulup çıkarmasını iyi bilmesi onun asıl vasıflarındandır.
    Bütün bunları söyledikten sonra Cevdet Paşa’nın fikir hayatımızdaki yerine geçebiliriz. Devlet adamı sıfatıyla nasıl Tanzimat ve medresenin kaynaşmasıysa; Müverrih olarak da eskiyle yeninin kaynaşmasıdır. Eskiyle yeniyi kaynaştırır çünkü kökten budayıcı değildir.  Değişmeye ve gelişmeye açıktır. Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı kitabında bahsettiği “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek” anacını taşır ve buna yönelik çalışmalar yapar.
     Cevdet Paşa’ya göre âdet muhkemdir ve medeniyet, toplumların zamanla eriştiği büyük bir değişimdir. Bu değişim iş bölümüne dayanır. Herkesin uzmanlık alanı farklıdır. Bütün bunların düzenlenmesi de devletin varlığına bağlıdır. Medeniyet hiçbir milletin tekelinde değildir. Her millet kendi yaratılışlarıyla o medeniyete katkı sağlar. Çağdaş ve evrenseldir. Hiçbir medeniyet yoktan var olmaz. Var olan bir medeniyetin üstüne kurulur. Ayrıca hiçbir medeniyet içe kapanık değildir. Sürekli bir alışveriş vardır. Böyle bir alışverişten kaynaklı bir değişim meydana gelemez mi sorusu akıllara gelebilir fakat yukarıda belirttiğim gibi hiçbir medeniyet başka bir medeniyete dönüşemez.
     Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlat. Bu kriz tarihe şekil verir. Orta Çağ’da 2 medeniyet vardır. Bunlardan birincisi Türk İslam Medeniyeti, ikincisi ise Avrupa Hristiyan medeniyetidir. Orta Çağ bu iki medeniyete mensup savaşların tarihidir. Cevdet Paşa sosyal kurumlara zarar vermeden eski kurumları yenileriyle değiştirme fikrini taşır. Ona göre mâziye tahassür duymak abestir. Çağın yeniliklerine uymak kaçınılmazdır. Çünkü hayatın kanunu inkılaptır. İnkılap bir şekilden bir çekilen girmektir. Tarihin akışına ben gelişimine karşı çıkmak şuursuz bir muhafazakarlıktır. Cevdet Paşa,  zamanın hükmünü takdir etmeyen ve gelişmelere kapalı olan milletlere “yokluk denizinde boğulmaya mahkumdurlar” demiştir. Burada kendi düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Gelişmelere kapalı olan bir milletin elbette yanlış tarafları vardır hatta bütünüyle yanlış bile olabilir fakat bu yine sen onların kendi fikirleridir ve fikirler daima hürdür.
     Cevdet Paşa saray, tekke ve medrese etrafında gelişmiştir. Bu gelişmeyle birlikte ilk medeni kanunları ve ilk ceza kanunlarını çıkarmıştır. Yani yukarıda bahsettiğimiz medeniyet tam anlamıyla onunla başlamıştır. Medeniyet kavramını tek olarak inceledikten sonra bir de Avrupa ve İslam medeniyetini mukayese eder. Ona göre biz Müslümanlar geriledikçe, Avrupa ileri gidecektir. Bu cümleyi tek başına incelemek istiyorum. Günümüze baktığımızda, iktidarların ülkeyi ileri taşıdığını öne sürdüğünü görüyoruz. Oysa etrafıma baktığımda görüyorum ki ilerliyoruz sanılırken aslında sadece öylece duruyoruz. Avrupa, eskiden de olduğu gibi bugün de gelişmeye hızlıca devam ediyor  ve biz olduğumuz yerden başka bir yere henüz adım atmış bile değiliz.
     Devrinden, şahsiyetinden bahsettikten sonra bir de eserlerine bakalım. Cevdet Paşa, Osmanlı hukuçuluğunda ilmî bir hamle teşkil eden Mecelle’i Ahkâm-o Adliyye’nin bir komisyonca telifine riyaset ederek, eseri tek bakınan yazıyormuşçasına bir ilmî hâkimiyet göstererek Türk hukuk tarihine âbide bir eser bırakmıştır. Daha sonraları da Hanefi Fıkhı’na göre bir Mecelle yazmıştır. Eski ve büyük devletler kurmuş, bu devletleri zaman amansız en âdil kanunlarla idare etmiştir. Bu çalışma onun asıl şöhretini oluşturmuştur. Bu çalışmayla birlikte ilk defa belgelere dayalı bir Osmanlı tarihi yazılmıştır.
     Yaşadığı olayları ve gördüklerini sıcaklığını kaybetmeden yazıya geçirmiştir. Bu sıcaklık eserlerinin büyük bir kısmını kaplar. Eserlerinde kullandığı üslup şark dünyasının dışına çıkmadan muhayyen bir dil telakkisinin içinden süzülerek gelen bir üsluptur. Onun içindir ki büsbütün büyük bir hususilik taşır.
     Cevdet Paşa ileri geri durmadan gidip gelir. Konuşmaya benzeyen ifade şeklini kullanır. Eskilerde çok derbeder ve düzensiz olan bu konuşma şekline yeni bir soluk getirir. Lugatı geniş ve anlamlıdır. Bir konu hakkında konuşacaksa, o konuya uygun olan kelimeleri bulmakta başarılıdır. Sağlam bir tarih dili bulup, uygulamıştır.

ZİYA PAŞA (Devir-Şahsiyet-Eser)

      Ziya Paşa İstanbul’da Kandilli’de doğmuştur. Çok genç yaşta şiitr başlamıştır. İhtiyar lalasının tesiriyle  âşık şiirini ve şairlerini sevmiş fakat daha sonra girmiş olduğu Saadet Mektubî Kalemi’nde tanıdığı Fatih Bey’den aruzu öğrenmiştir. Bu kalemdeysen devrin büyük şairlerini tanımış ve devrindeki etkinlikleriyle zamanının divan şairleri arasında mühim bir yer almıştır. Siyasi ihtirasların yoğun olarak yaşandığı bir dönemde önce  Reşid Bey’in dairesinde daha sonra da Mabeyn’de yetişmiştir. Zamanında hükümdarlarla dost olmuş, vezirlerle dövüşmüştür. Buradan anlıyoruz ki Ziya Paşa daima insanla karşı karşıyadır. Bir zümrenin, bir menfaatin reddettiği adamdır.
      Ziya Paşa, bütün devri gibi hayatının her sahasına yayılmış bir tereddüdü, anlaşmazlığı yaşar. Bir yığın red ve kabuller arasında bocalamış, bazı ahlâkî kıymetler karşısında kayıtsız gibi görünmüştür. Bu özellikleri şairi sevmeye engel midir sorusu akıllara gelebilir fakat şu da vardır ki bu ikili duruşunu birçok çağdaşları gibi gizlemeye çalışmadan göz önünde yaşamıştır. Buradan onun dürüst duruşunu ve canlılığını anlayabiliriz.
     Zulme karşı isyan meselesini, hürriyeti ve esareti anlatır. Hürriyet, insanlara Allah tarafından verilen bir nimettir. Ziya Paşa, yapılacak olan suistimallere karşılık hürriyeti sınırlandırmak için  kanunu öngörür. Kanunlar ve hüküm sistemleri başka  hukuk sistemlerinden alınamaz. Her milletin hukuk sistemi farklıdır ve her millet kendi geleneklerinden doğar. İnsanlar hür ben tahakküm(baskı) arzusuyla doludur. Bu ihtirası önleyebilecek olan şey de kanunlar ve meşrûtiyet rejimidir. Esarete dayanan istibdat rejiminden temeli hürriyet olan Hükümet-i Hürriyet rejimine geçilmelidir. Esaret ve esaret rejimleri nasıl cehaletten doğduysa; hürriyet ve hürriyet rejimleri de ilim ben medeniyetten doğmuştur. Binaleyn, ilmi ve medeniyeti olmayan bir millet harita üzerinde ne kadar bağımsız görünürse görünsün tam bir millet olamaz. Cehalet, bir milletin siyasi iktidarlara karşı haklarının olduğunu bilmemesi demektir. İlim, terakki ve medeniyet hürriyetin içindedir ve her şey hürriyet sayesinde var olmuştur. Medeniyet yayılıp, ilmin nurlarıyla insanların gözü açıldıkça siyasi rejimler de değişecek ve idare-i istiklal cumhur ile idare usülü benimsenecektir.
     Ziya Paşa’ya ve Yeni Osmanlılar’a göre siyasï rejim ile medeniyet arasında sıkı bir münasebet vardır. Meşruiyet ve Cumhuriyet genel anlamda demokratik rejimlerdir. Bu nedenle çağa ayak uydurmayan toplumlar ve devletler çökmeye mahkumdurlar. İşte bunun içindir ki İslam ülkeleri geri gittikçe Avrupa ilerlemeye başlar. Türkiye’nin ileri bir medeniyeti olması için hürriyetçi bir rejime sahip olması ve halka hürriyet hakları vermesi gerekir. Meşrûtiyet halkın bu haklarını koruyacaktır.
    Siyasi alanda yeni bir plan getiren islamiyet, bu düzende idâre-i istiklâle’ye hiçbir şekilde cevap vermemiştir. Çünkü yemeklik ve tahakkümü reddeder. İdare-i istiklâle İslamiyet ile asla bağdaştırılamaz. Bu hadislerde de böyledir. İslamiyet, insanların yüzyıllardır yaşadığı zorbalık zulümlerine karşılık meşvereti usülünü dünyaya yayarak son vermiştir. İdare-i istiklâle’ye mâni olmanın tek çaresi milletin hayatına yine milletin seçeceği bir topluluğun hakim olmasıdır ki bunun siyasi ilimlerdeki adı parlamentodur.
     Ziya Paşa o dönemde İsviçre’de “Hükümet-i Şahsiyye ile İdare-i Cumhuriyye’nin Farkı”adlı makaleyi yazmıştır. Burada uzun uzun diktatörlük rejimlerinden bahsetmiştir. İdare-i mutlaka rejiminde halk, sadece devleti ve devlet adamlarını mutlu etmek için var olan bir makine değildir. Bir şiirinde bahsettiği: “Bir ülke ki baştaki bir deli, bin akıllıyı sımsıkı bağlar, kontrol altına alır. O zaman da esaret halkaları gerdanlara  süs olur.” bahsi düşüncelerini gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur.
     Ziya Paşa’nın devrinden ve şahsiyetinden bahsettikten sonra bir  de onun eserlerini oluşturan duygularını inceleyelim. Ziya Paşa’yı sonsuz genişlik ve zaman hırpalar. İnsanın fani dünya karşısındaki aczini dile getirir. Ona göre insan, kendi hayatını idareden aciz bir akla sahiptir. Biçâre ve kör ihtirasların zebunudur. Bu duygularınızda eserlerine yansıtır. Ziya Paşa’nın kişiliğine, fikirlerine hayranım. Bir okuyucu olarak ne kadar hayran olursam olayım eleştireceğim bir husus var ki o da “akıl” ile idil’i düşünceleridir. Akıl bizim silahımızdır ve bunu hayata karşı kullanmayı bilmeliyiz. Ziya Paşa hayatı bir dövüş olarak görür ve hayatın bizi mağlup edeceğini düşünür. Oysa bu bir dövüş ise bu dövüşten bizim aklımızın da galip çıkması pek tabiîdir.
    Nesirleriyle farkına varmadan yaşadığı devrin kroniğini vermiş ve bazı manzumelerinde felsefi buhrana kadar yükselmiştir. Nesirlerini  Avrupa’da kaleme alması ve bunların memlekete gizli olarak girebilmesi bu nesrin daha yeni nesiller tarafından zamanında ve layıkıyla okunmasına fırsat vermemiştir.

19 Aralık 2018 Çarşamba

ARABA SEVDASI/RECAİZADE MAHMUT EKREM Eser Tahlili

      İstanbul’da genç insanlar arasından başlayan alafranga hayat özentisinin romanlarındandır. Gençlerin batılı görünme havası ile hem kendilerini hem de  ailelerini nasıl sarstıklarını anlatır. Recaizade, Araba Sevdası’nda gençlik senelerinin kronolojisini yapmak istemiştir. Çünkü biliyoruz ki hiçbir muharrir yoktur ki, kendi neslinin hikâyesini bir defa olsun yazmasın. Namık Kemal’in İntibah’ı Hâmid’in Garam’ı ve Mithat’ın Felatın Bey ve Rakım Efendi’si hep nesil hikayesidir. Bu bakımdan da Araba Sevdası ve bu romanlar tipik devrin aynasıdır.
     Romanın konusuna bakacak olursak Bihruz Bey bir paşa çocuğudur. Yarım yamalak bir tahsil görmüş ve şımarık büyütülmüştür. Anne ve babanın çocuklarını bu denli şımarık büyütmesi Bihruz Bey’in kendini tanımasına fırsat vermemiştir. Sadece romanda değil, hayatımıza baktığımızda çoğu ailenin çocuklarının zorluk yaşamadan büyümesini istediğini görüyoruz. Oysa zorluk gören bir çocuk gelişme aşamasında yaşadıklarından ders çıkarır ve  aklı başında birey olma yolunda ilerler. Bihruz Bey böyle bir zorluk yaşamaz. Paşa babası ölünce kendisine ve annesine o dönem için büyük bir servet kalmıştır. Bihruz Bey bitmeyecek sandığı bu serveti harcamaya koyulur. Arapça ve Farsça hocaları onu terk ederler. Bunlara karşı Fransızca hocasını bırakmaz. Öğrendiği bilgilerle girdiği her ortamda yersiz bir şekilde Fransızca konuşur. 
     Bihruz Bey’in bir diğer merakı da başta Çamlıca olmak üzere seyir yerlerinde at arabasıyla araba kullanmak ve her vesiliyle kendini göstermektedir. At arabasının üstünde sırf süslü görünmek için kışın ince ceketle araba sürer, yazın kızgın güneşlerde haşlanır. Unutmayalım ki o senelerde moda olan Çamlıca, o dönemde her romancının eserinde mevcuttur. Bu demektir ki yazarlarımız da bu şehirli modasından kuvvetle müteessir olmuşlar ve onu vermek istemişler. Araba Sevdası’nın bu eserlerden farkı, onlardan çok sonra yazılmış olmasıdır.
    Romanda asıl kahraman Bihruz Bey’in parasını tam olarak ödemediği ve elinden alındığı arabasıdır. Kitabın adından da Bihruz Bey’in arabasına ne kadar bağlı olduğunu görüyoruz. Hayatta sadece arabasını bilir, tanır. Onu sürekli Çamlıca yollarında sönen tekerleklerin üstünde görürüz. Bihruz Bey’in arabasının elden çıkmasına üzülmemesine, yeni bir mal satarak temin edeceği düşüncesi beni bir okuyucu olarak hayretlere sürükledi. Değer verdiğim ve hayatımın odak noktası olan eşyalar, insanlar hayatımdan bir şekilde ayrıldığı zaman içimde boş bir kuyu açılır. Kuyuyu doldurmak için hayatımdan başka değer verdiğim hiçbir şeyi çıkarmam. 
    Araba Sevdası’nda her şey moda, gelip geçicidir. Bihruz Bey son derece yetersiz bir eğitim almıştır. Buna rağmen gösteriş meraklısı, kibirlidir. Araba Sevdası sayfalar boyunca hakikaten yerleşmiş olanı ve  kökleriyle yaşayanı beyhude arar. Bihruz Bey’in etrafına bakış açısında bile bu geçicilik vardır.
    Romanın işleyişine devam ettiğimizde, bir gün Bihruz Bey’in Çamlıca’da rastladığı genç bir kadına tutulduğunu görüyoruz. Bihruz Bey’in hakikatte asîl bir aile kızı zannettiği  bu kız, uygunsuz bir kadındır. Bihruz Bey bir taraftan şuursuzca servetini tüketir, bir taraftan da bir daha göremeyeceği kadının hayallerini kurar. 
    Arabadan sonra hikayede en mühim yer yalandır. Bihruz Bey’in yakın akrabası Keşfî Bey tam bir yalancıdır. Bihruz Bey’e Çamlıca’da aşık olduğu kadının öldüğünü söyler. Bihruz Bey daha sonra başkan yerde rastladığı aynı kadını sevdiğinin kız kardeşi sanarak mezarını sorar. Fakat anlar ki sevdiği ölmemiştir.  İşte o devrin romanının en mühim tipi Keşfî Bey’dir. Çünkü Bihruz Bey’i acı bir duruma sürüklemiştir. 
    Romancılar nünune-i imtisal tipler yaratırlar. Edebiyatımızda bunun ilk örneği Rakım Efendi’dir. Rakım Efendi örnek alınacak bir tiptir. Bir de  örnek alıp asla benzemememiz gereken tipler vardır. Bihruz bey de buna örnektir. Hayatını yalanlarla, kibirle, bencillikle geçiren bir karakterin davranışlarını hoş görüp örnek almak mümkün değildir. 
    Bütün roman bir yalana  benzer. Ölüm, yaşananlar bile bir yalandır. Bütün bu yalanların içinde tek bir gerçek vardır: Para işleri. Ekrem Bey’in bahsettiği devirde de o kadar mesele içinde yalnız para meselesi ağır basıyordu. Buradan da romanın bir devir romanı olduğunu anlayabiliriz. Bu terbiye ve değerler yokluğunda Recaizade en sarih diliyle konuşur. Romanda arabadan, Çamlıca’dan sonra kitabın bir diğer kahramanı da Bihruz Bey’e aşkı öğreten La Belle Héléne operetidir. Bu operet kitabın hem manasını hem de bahsettiği alemin seviyesini verir.   
     
     

18 Aralık 2018 Salı

FELATUN BEY ile RAKIM EFENDİ/AHMET MİTHAT EFENDİ Eser Tahlili

      Ahmet Mithat Efendi Tanzimat'tan sonra hayatımızda belirmeye başlayan iki tip insanı anlatır. Bunlardan birincisi kültürü, eğitimi olmadan kendini modern sanan tiptir. İkincisi ise Avrupalılaşmayı milli değerleri muhafaza ederek çağdaşlaşmayı başaran tiptir. Yazar, ''batılılaşma'' konusu ve batılılaşma karşısında bizim toplumumuzun ve kültürümüzün nasıl etkilendiğini anlatmıştır. Eserde Avrupa'dan sadece bilim ve teknik yönden faydalanmamız gerektiğini, bunun dışında kalan milli kültürümüz ve zevklerimizin asırların birikimiyle zaten bizde en özgün biçimde mevcut olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
     Romanda Felatun, kendini modern, kültürlü ve birikimli gösteren, her konu hakkında bir fikri olan, kendni modern gösteren aslında öyle olmayan biridir. Rakım ise hem bizi hem Avrupa'yı iyi bilen, Tanzimat'tan bu yana ihtiyaç duyduğumuz biridir. Bizim halkımıza baktığımızda belki ilim göremeyiz ama irfan görürüz. Çok defa okumuşun göremediğini o cahil dediğimiz halkımız sağduyusuyla görür. Biz ki Altay'lardan çıkıp Viyana kapılarına dayanmışız. Avrupa'dan öğreneceğimiz hiçbir şey yoktur.
     Genel olarak romanı roman yapan unsurlar: Asıl şahıs, dekor, olay ve zamandır. Romana baktığımızda mekanın insan üzerinde herhangi bir etkisinin olmadığını görüyorum.Olayların sınırlı mekanlarda geçmesi ve bu mekan sınırlaması bize kahramanların yakın çevreden olması dolayısıyla ilişkilerinin nasıl olduğunu da anlatır.
     Üslup olarak baktığımızda yazarı gözlemci olarak gördüğümü söyleyebilirim. Olayı anlatırken yanlı duruş sergilemesi, Felatun Bey'in dans ederken pantolonunun yırtılması da bu yanlı duruşun göstergesidir. Yazar romanda kendini açıkça belli eder, olayları keserek araya girer. Kendi görüşlerini anlatır, hatta bazen okuyucuyu da soru yöneltir. Üslubu konuşma diliyle yazılmıştır.
     Ahmet Mithat birinci nesil romancılarımızdan olup, Türk halkında çağdaş medeniyete uymayan düşünceleri değiştirmek ister. Onun romancılığı ahlaki ve terbiye gözeten romancılıktır. Bütün bunları yaparken romantizm etkisindedir. Yazar, Tanzimat devrinde her sahada eser vermiş ve bu eserleri halkın diline uygun olarak ayırmasıyla halk için çok faydalı bir edebi hareket yapmıştır.

TAAŞŞUK-U TALAT ve FİTNAT/ŞEMSETTİN SAMİ Eser Tahlili

        Şemsettin Sami, Türk dilinin mazisini aydınlatan, istikbalini zenginleştiren eserler yazmıştır. Taaşşuk-u Talat ve Fitnat adlı eseri birbirine aşık olan gençlerin aileleri yüzünden kavuşamamaları ve sonunun facia ile bitmesini anlatır. Esere baktığım zaman ailenin kendi duygularından çok başkalarının duygularına önem verdiğini görüyorum. Ailenin içinde bulunduğu örf ve adet kafesi romanda baştan sona devam ediyor.
        Hiçbir romancı kendini toplumdan soyutlayamaz. Bu romanda da Şemsettin Sami'nin kendini toplumdan soyutlayamadığını ve toplumun baskısına geniş bir şekilde yer verdiğini görüyorum. Romanda aile kısıtlamasının fazla olması ve sonunun facia ile bitmesi yazarın vermek istediği mesajı açıkça ortaya koyuyor.
       Ailelerin çocukları için endişelenmesi ve onları korumak için verdikleri uğraş çok tabiidir. Bu endişelenme ve koruma içgüdüsü çocuğa ıstırap olacak boyuta gelirse işte o zaman romanda anlatılanlar devreye girer ve sonu iki taraf için de facia ile sonlanır. Bu gibi durumlar sadece romanlarda değil gerçek hayatımızda da karşılaştığımız durumlar arasındadır.  Bu sorunun çözülmemesinde aslında birçok neden var. Türk toplumlarında geleneklerin kırılmaz yapısı, aileyi ilgilendiren bir konuda sadece babanın karar merci olması, toplumun eğitim seviyesinin düşüklüğü (sadece okulda görülen eğitim değil, insanın düşünce yapısını geliştirmemesi) gibi sebepler bu gibi olumsuz sonuçlar doğurabiliyor.
     Kitapta dikkat çeken bir başka nokta ise kadının toplumdaki yeridir. Günümüze kıyasla o dönemde kadın ikinci sınıf vatandaş konumundadır. En temel hakları elinden alınmıştır. O dönemde kadınların onbir yaşına geldiği gibi okulu bırakması, sokağa feracesiz çıkmaması gerekiyordu. Romanda Fitnat karakterine baktığımızda odasından bile neredeyse çıkmayan bir kadın görüyorum. O dönemde aileler kız çocuklarını okutmak isteseler bile toplumun düşüncelerine daha çok önem verdiklerinden okutamıyordu. Anlayacağımız o dönemde kadın köle konumundadır. Hiçbir şey hakkında söz sahibi olamayan kadınlar erkeklerin hem eğitim hem de güç olarak mutlak egemen oldukları bir toplumda yaşamaya çalışıyorlardı.
    Dil ve üslubu hakkında konuşacak olursak bu romanda dil, asıl görevi olan duygu ve düşüncelerin aktarımında bir vasıta olarak görülmüştür. Yazarın olayı keserek karakterleri, mekanları anlatması romanı teknik bakımdan kusurlu yapmıştır. Romanın halk seviyesinde, konuşma diliyle yazılması sade bir dille yazıldığını gösteriyor. Genel olarak baktığımızda romanın hem bir devrin romanı hem de örf romanı olduğunu ve birçok mesaj verildiğini görüyoruz.